5 minute read

Neredeyse dördüncü yılına giren Ukrayna–Rusya savaşı. Trump yönetiminin ABD dış politikasına verdiği yeni ufuk. Washington’ın Beijing ile küresel rekabetini kontrollü sürtüşme modeliyle yönetme çabası. Avrupa Kıtası ülkelerinin kendi gelecekleri ve güvenlikleri konusunda girdikleri belirsiz adı daha konmamış bir süreç.

Turkiye-EU-NATO

Türkiye’nin, tarihsel hafızasıyla da uyumlu biçimde, bu yeni mimaride rol alma konusunda istekli olduğu da açık. Almanya Başbakanı Merz’in Ankara temasları, ardından Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Berlin görüşmeleri de bu yakınlaşmanın en somut göstergeleri. Bu temaslar kâğıt üzerinde ikili görüşmeler gibi görünse de konuşulan konular tüm Avrupa kıtasını ilgilendiriyor. Kamuoyuyla paylaşılan tüm diyaloglar ise SAFE (Security Action for Europe) gibi AB programları çerçevesine sıkıştırılıyor. Ama buzdağının görünmeyen yüzüne daha iyi anlayabilmek için bugüne nasıl geldik bir hatırlayalım.

Avrupa Birliği Ordusu Hayali ve Gerçeklerin Duvarı

Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” çıkışı, aslında Avrupa’nın yeni bir güvenlik mimarisi arayışının belki de en basit bir dışa vurumuydu. Fransa’nın tarihsel rolü ve askerî kapasitesi düşünüldüğünde, Macron’un AB güvenliğini Fransa çatısı altına çekme isteği şaşırtıcı değildi. Zira AB içinde en büyük ordu gücü ve NATO dışında bağımsız nükleer kapasiteye sahip olan en güçlü ülke Fransa.

Ancak tarihin defalarca gösterdiği gibi, bu vizyon Fransa’nın beklediği kadar sıcak karşılanmadı. Birleşik Krallık, bu entegrasyonun doğuracağı askerî–politik sonuçları yıllar öncesinden sezmişçesine Brexit ile kendini bu çizgiden tartışmalar başlamadan ayırdı. Macron, “beyin ölümü” çıkışını yaptığında belki Almanya, İspanya ve İtalya’nın hızla Fransa’nın şemsiyesi altına gireceğini düşündü; fakat sonuç tam tersi oldu. Bu ülkeler, Paris merkezli vizyondan daha da uzaklaştı.

AB kurumları, özellikle dış politika ve savunma alanında uzun süredir yapısal bir durgunluk içinde. AB entegrasyonunun doğal ilerleyişi, bu iki alanda ulusal egemenliklerin kademeli olarak Brüksel’e devrini gerektiriyordu. Ancak 2007’de imzalanan Lizbon Antlaşması’ndan bu yana geçen 18 yılda bu yönde dişe dokunur bir gelişme sağlanamadı.

Ancak, Ukrayna-Rusya Savaşı, AB’nin kendi iç bütünlüğünü yeniden tahkim etmek için çok kullanışlı bir kırılma noktası teşkil etti. Savaşın sonucunda Merkel döneminde Rus gazına bağımlı hale gelen Almanya’nın, Nord Stream boru hatlarının kendi müttefikleri tarafından sabotajla patlatılması sonrasında Moskova’dan kopuşunun zorunlu hale gelmesi bunun en sert yansımalarından biriydi. Bu savaş bir nevi AB için herkes ya seve seve ya da döve döve aynı dış politika söylemini paylaşacak ortaklaşma sopası olarak kullanıldı. Günümüzde Orban’ın Macaristan’ı halen bu dayatmaya direnmeye çalışsa da AB içerisinde yalnızlar köşesine itilerek izole edilmeye çalışılıyor. İzolasyon ayrı bir sessizleştirme stratejisi olarak kullanılıyor.

AB’nin “Putin saldırgan, Ukrayna mağdurdur” çerçevesine dayanan tek tip söylem geliştirme stratejisi bir yere kadar işe yaradı. Fakat hem Macron’un hem AB kurumlarının değişen jeopolitiği okuyamaması, hem Ukrayna’nın hem de Avrupa’nın geleceğini daha da belirsizliğe sürükledi. Avrupa’nın büyük federatif birlik hayalleri uğruna Ukrayna fiilen adak olarak sunulmuş bir kurbana çevrildi.

Bu birlik içinde kendi ulusal çıkarlarını yedirmek istemeyen Macaristan gibi küçük ama güçlü kurumsal devletler ile tüm Avrupa’da sağ siyasi akımların yükselişi güçlü bir AB karşıtı cephe oluşturdu. Bu rüzgarlar, Trump yönetimindeki Washington’dan da destek alarak yeknesak AB entegrasyonuna ciddi bir balta vurdular. İronik ama: Süpranasyonel AB, Federatif bir dış politika ve güvenlik entegrasyon adımı atmaya çalışırken çok güçlü bir süpranasyonel AB karşıtlığı tepkisi ile karşılaştı. Kendi silahıyla kendini kurban etmiş oldu.

Bu sırada AB dışında kalan, ama Avrupa kıtasında NATO’nun iki ucunu tutan Birleşik Krallık ve Türkiye kendi pozisyonlarını sessizce güçlendirerek derin bir işbirliği içine girdiler. Bu iki aktör, eninde sonunda AB’nin güvenlik için kendi kapılarını çalacağından emin bir tutumla hareket etti dersek pek yanlış olmaz. Son Eurofighter Typhoon anlaşması da BK–Türkiye yakınlaşmasının su yüzüne çıkan en somut örneklerinden biri ama bu ikilinin güvenlik konusundaki ittifakının görünenin çok daha ilerisinde olduğunu tahmin ediyorum.

Yeni Güvenlik Üçgeni: Birleşik Krallık – Almanya – Türkiye

AB, stratejik bir “rüya” uğruna yalnızca Ukrayna’yı değil, Almanya’yı da feda edecek bir noktaya gelirken; Berlin’in yeni gerçekliğe uyum sağlama çabaları hızlandı. Böylece BK–Türkiye ikilisine AB içinden, SAFE programı vasıtasıyla uzanan el Almanya oldu.

SAFE her ne kadar AB güvenliği için bir finansman modeli olup AB kurum ve normları içerisinde ilerliyormuş gibi gözükse de AB’nin güvenlik doktrinini dışarıya eksternalize ederek yeni bir çerçeve oluşturma çabasının prototipi işlevi de görebilir. Bir nevi NATO içi Avrupa güvenlik şemsiyesi kurma fikri. NATO’nun Avrupa çocuğu mu doğuyor?

SAFE, AB’nin karar alma mekanizmalarını değiştirecek bir dizi değişimin ayak seslerini de beraberinde getirebilir. Bu değişimin korkusu nedeniyle olmalı ki Türkiye son başvuru tarihini kaçırdı gibi komik argümanlarla halen Türkiye’nin bu programdan dışlanması için bazı AB üye ülkeleri büyük bir emek harcıyorlar.

Avrupa’nın geleceğinde caydırıcı güvenlik mimarisi bu üçlünün bir araya gelmesiyle şekillenebilir: Birleşik Krallık’ın jeopolitik vizyonu + Türkiye’nin kapasitesi ve operasyonel tecrübesi + Almanya’nın finansal gücü

Bu üçlüyü daha önceki AB ordusu çizgisinden ayıran temel fark ise şu: Hayaller değil, real politik; değer temelli soyut birliktelikler değil, ulusal çıkar temelli işbirliği; aktif sürekli çatışma hali değil, sürekli artan sessiz caydırıcılık.

AB’nin federal bir devlete dönüşebilmesi için sürekli bir “öteki” üretmeye ve kendi kontrolünde devam eden bir çatışma sahasına ihtiyacı vardı. Bugün bu öteki Rusya; yarın Türkiye de olabilirdi, sonrasında Birleşik Krallık da. Bu entegrasyon stratejisi, kendi doğası gereği sürekli ve kontrollü çatışmayı gerektiren bir yapıdaydı. Ukrayna savaşının uzaması da bunun bir sonucuydu.

BK–Almanya–Türkiye yeni kurmaya çalıştığı güvenlik paradigması ise sürekli çatışma yerine, caydırıcılık üretmeyi merkeze koyuyor. Bu, Rusya’yı bugün durdurmaya yeter mi? Açıkçası emin değilim. Ama bu üçlü, AB kurumlarının dışında oluşan yeni bir eksen olarak AB’yi etkisiz bir Brüksel bürokrasisine sıkıştırıp kıtanın yeni gerçekliklerini belirleyen AB dışı bir güç bloğu haline gelebilir.

Burada belirleyici olan Almanya’nın tutumu olacak. Almanya hem kendi kaderini hem de Avrupa kıtasının kaderini belirleyecek ana aktör.

  • Berlin, Avrupa ülkelerini ortak çizgide tutmayı başarabilecek mi?
  • Fransa, sade bir Avrupa ülkesi gibi mi davranacak yoksa kendi jeopolitik anlatısını yeniden inşa etmeye mi çalışacak?
  • AB içindeki diğer ülkeler, karar pastasından giderek daha az pay alırken SAFE gibi programlarla AB dışı aktörlere destek vermeyi sürdürecekler mi?

Yunanistan, Türkiye’nin SAFE başvuru süresini kaçırdığına dair akla ziyan açıklamalar yapıp Ege adalarını silahlandırarak gözdağı vermeye çalışadursun; Ankara ve Londra, Berlin’de buluşup tüm Avrupa kıtasının geleceğine dair çok daha büyük soruları cevaplamaya çalışıyor.

Fransa bu sorulara olumlu ya da en azından nötr kaldığı takdirde SAFE programı, ileride çok daha kurumsallaşacak ve dallanacak yeni bir güvenlik mimarisinin prototipini oluşturma potansiyeline sahip. Ancak Fransa kendi idealleri uğruna Türkiye’yi “son başvuru tarihini kaçırdınız” diyerek SAFE dışında tutmaya kalkarsa, artık bu soruların cevaplarını Avrupa içerisinde değil, Moskova’da aramaya başlamak gerekebilir.