4 minute read

İnsanoğlu unutur. Aslında bu, insan için bir hayatta kalma refleksidir; hayat acımasızdır ve insanın keşfettiği en iyi ilaç unutmaktır. Bunun sonucunda toplumların hafızası da zamanla zayıflayabilir. Birey unutunca yoluna daha kolay devam edebilir; fakat toplumlar ancak hatırlayarak var olabilir. Unutan toplumların tarih sahnesinden hızla silinmesinin bir nedeni de budur. Hafızayı tazelemek, salt tarih bilgisi değil; aynı zamanda bir toplumsal muhasebedir.

Türkiye’nin son yüzyıllık güvenlik serüveni, her dönemin kendi gerilimlerini, mecburiyetlerini ve kırılma anlarını içinde barındırıyor. İlk köşe yazımda fikirlerimi paylaşmadan önce bu tarihsel muhasebeyi yapmak ve yazılarım için bir çerçeve çizmek istedim.

Cumhuriyet daha ilk adımında, var olma iradesiyle yürüttüğü Millî Mücadele’yi kazanarak sahneye çıktı. Aradan yarım asır geçmeden bu kez Kıbrıs’ta, uluslararası anlaşmaların verdiği yetkiye dayanarak hem soydaşlarını korumak hem de Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı kurulan jeopolitik tehdidi bertaraf etmek için askerî harekât düzenledi. Bu hamlenin arkasında yalnızca çıkarma gemileri ve paraşütçüler bulunmuyordu; diplomasi, istihbarat ve gayrinizami unsurların yıllara yayılan hazırlığı da vardı.

Kıbrıs’ın gölgesi daha tazeyken Türkiye içeride bambaşka bir döneme girdi. Kıbrıs’ta yabancı güçlerin bozulan denklemleri ardından, Türkiye’nin içeriden baskılanması için yeni girişimler devreye sokuldu. 1970’lerin sonunda ortaya çıkan bölücü terör, 1980 darbesi sonrasında oluşan siyasi iklimin içine yerleştirildi ve devletin en uzun soluklu güvenlik problemine dönüştü. 1990’lı yıllar ise hem terörün hem de devlet içi çekişmelerin en sert yaşandığı dönem olarak hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyor.

İç çekişmeler ve bölücü terörün yarattığı toplumsal-siyasal yük, Türkiye’yi yormayı amaçlayan bir emperyal strateji olarak ilerletildi. Buna rağmen Türkiye yalnızca kendi sınırlarına kapanmadı; Karabağ’da Azerbaycan’a, Bosna’da Boşnak halkına verdiği destekle hem tarihsel bağlarına hem de bölgesel sorumluluklarına sahip çıktı. Kıbrıs’tan da tek geri adım atmadı.

1999’da bölücü örgüt elebaşının yakalanması, terörle mücadelede kritik bir eşikti; fakat terörün tamamen sona ermesini sağlamadı. 2001 ekonomik krizi ve onu takip eden siyasi karmaşanın ortasında, güvenlik bürokrasisi Türkiye tarihinin belki de en zayıf dönemlerinden birine girmişti. Tam da bu dönemde Irak’ın 2003’te uluslararası güçler tarafından işgal edilmesi, zamanlama bakımından tesadüf sayılamayacak kadar dikkat çekiciydi.

Irak’ın işgaliyle uluslararası arenada iyice zayıflatılan ve Avrupa Birliği süreci dışında neredeyse hiçbir çıkış kapısı bırakılmayan Türkiye’de siyasetin yeni bir çözüm arayışı belirdi. “Çözüm Süreci”, toplumda umut kadar tedirginlik de yarattı. Devletin niyeti silahı susturmak olsa da süreç kötü yönetildi; sahadaki güç boşlukları kısa sürede farklı hesaplara dönüştü.

Bugün devletin en üst kademelerinin de ifade ettiği gibi, hem devlet kurumlarına sızmış yapılar hem de bölücü örgütün içindeki yabancı odaklar bu süreci her aşamada sabote etti ve nihayetinde sürecin çökmesine yol açtı. Belediyeler üzerinden şehirlerde kurulan tahkimatlar ise Türkiye’nin en ağır iç güvenlik krizlerinden biri olan Hendek operasyonlarına dönüştü. O dönem, şehir savaşının ne kadar yıkıcı olabileceğini bütün topluma acı bir şekilde gösterdi.

Ardından 15 Temmuz geldi. Cumhuriyet, kuruluşundan bu yana çeşitli darbeler ve dış müdahaleler gördü; ancak 15 Temmuz darbe girişimi, Cumhuriyet tarihinin en büyük tehdidini simgeliyordu. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başı nasıl devletin güvenlik mimarisinin en zayıf dönemini temsil etmiş ve Irak’ın işgaliyle sonuçlanmışsa, 15 Temmuz’da da benzer dış odakların Türkiye’yi yeniden o kırılgan günlere döndürme niyeti olduğu aşikâr idi. Nitekim Suriye’de Türkiye’ye ikinci bir Irak senaryosu yaşatmak istiyorlardı.

Önceki darbeler ile 15 Temmuz darbe girişimi amaç, yöntem ve hedefleri bakımından kıyaslanamayacak kadar farklıydı. Bu girişim yalnızca devletin değil, toplumun en kılcal damarlarına kadar işledi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki tasfiyeler, kurumun köklü bir yeniden yapılanmaya girmesine yol açtı.

Ancak dikkat çekici bir şekilde, dünya tarihinde benzeri zor görülen bir refleks ortaya çıktı: Türk Silahlı Kuvvetleri, darbe girişiminden sadece bir ay sonra Fırat Kalkanı Harekâtı’nı başlattı. Hem DAEŞ’e hem de Suriye’deki alan boşluğuna doğrudan müdahale ederek, tüm yıpranmışlığa rağmen reflekslerini koruduğunu tüm dünyaya gösterdi. Fırat Kalkanı çoğu gözlemci tarafından yalnızca Suriye bağlamında yorumlandı; oysa bu operasyon, Türk ordusunun kurumsal refleks testiydi. Birçok başkentte ciddi etkiler yarattığı açıktır: TSK yalnızca yüklerinden kurtulmamış, aynı zamanda sahaya tüm gücüyle geri dönemeyeceğini düşünenleri de şaşırtmıştı.

2019’da Barış Pınarı Harekâtı ve ardından Pençe serisi operasyonlar, Türkiye’nin Suriye ve Irak sınırında yeni bir güvenlik mimarisi kurduğunu gösterdi. Aynı dönemde Libya Ulusal Mutabakat Hükümetine verilen destek, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de denkleme yeniden ağırlık koyduğunu ortaya koydu.

2020’de Azerbaycan’ın 2. Karabağ Savaşı’ndaki zaferinde Türkiye’nin teknik, diplomatik ve istihbarî desteği belirleyici oldu. Tüm uluslararası baskılara rağmen İdlib bölgesinin yıllarca korunması ve Suriyeli muhalif gruplara verilen destek, 2024’te Suriye’de Esad rejiminin çöküşüne giden sürecin en önemli bileşenlerinden biriydi.

Yüz yıla yayılan bütün bu hikâyenin ortak paydası şu: Türkiye, coğrafyasının dayattığı güvensizliği yönetebilmek için sürekli sahada olmak zorunda kalmıştır. Bu kimi zaman açık bir askerî operasyon, kimi zaman diplomasi, kimi zaman istihbarat faaliyeti, kimi zaman da görünmeyen bir dengeleme çabasıydı. Türkiye ne zaman sahadan el çektirilmeye çalışıldıysa o bölgelerde savaş, kan ve zulüm eksik olmadı.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, TSK–MİT–kolluk güçleri üçlüsünün dünyanın en tecrübeli güvenlik bürokrasilerinden birini oluşturduğu açıktır. Bu tecrübe, övünmek için değil; geleceği daha serinkanlı değerlendirebilmek için gereklidir. Çünkü bu coğrafyada güvenlik hiçbir zaman “tamamlandı” denilen bir dosya değildir; her nesil kendi krizini yeniden yönetmek zorunda kalır.

Yeni Türkiye Yüzyılı’nı konuşurken, eski yüzyılın birikimi ve başarıları da unutulmamalıdır.

Toplumsal hafıza zaman zaman zayıflar; fakat coğrafya asla unutmaz. Ve bizim coğrafyamız, bize hatırlatmanın bir yolunu her zaman bulur.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne, bu ülkenin güvenliği, bağımsızlığı ve geleceği için canlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle anmak, bu tarihsel muhasebenin asli bir parçasıdır. Milletimizin ortak hafızası, onların bıraktığı emanettir. Geçtiğimiz hafta Azerbaycan’dan dönüş yolunda kaybettiğimiz 20 kahramanımız da bu fedakârlık zincirinin son halkasını temsil ediyorlar. Acıları taze, hatıraları ise kalıcıdır. Unutulan hafızayı tazeleyen, unutturmayan coğrafyanın ta kendisidir. Onlara duyduğumuz minnet, bu coğrafyanın bize her gün hatırlattığı hakikatin bir kez daha altını çizer: Varlığımız ancak hatırladıkça, sahip çıktıkça ve bedel ödeyenleri unutturmadıkça anlam kazanır.